PODCAST

20 Ekim 2014 Pazartesi

İnsanlığın Mahrem Tarihi - Theodore Zeldin



Theodore Zeldin türlü ödüllere layık görülmüş, çeşitli kuruluşlarca onurlandırılmış, çizgi dışı bir tarihçi. Tarihi savaşlar, kavgalar, antlaşmalar üzerinden değil kişilerin özel hayatları üzerinden anlatmayı tercih ediyor. Bu da okuyucunun tarihle hemhal olmasını kolaylaştırıyor. Dilimize tercüme edilen tek kitabı İnsanlığın Mahrem Tarihi.

Yirmi beş hikaye var içinde. Hepsinin de kahramanı kadın. Her hikayenin başında kahramanın ağzından sicilini dinliyoruz. Daha sonra yazar, o hayatı tarihin bir yerlerine oturtuyor. Kronolojik bir anlatım yok. Bölük pörçük hatta döngüsel bir tarih kavrayışı var. Kimi hikaye sıradışı kimisi oldukça sıradan. Yazarın dağarcığı fevkalade zengin. Bilgisi, görgüsü, üslubu doyurucu. Bilim adamından çok hikayeci gibi. Tarih okumaya gelemeyenler için bile keyifli olacağını düşünüyorum. Kalbur üstü tarih okurlarını tatmin etmeyebilir fakat eminim onlara başka gözler, başka bakışlar kazandıracaktır. Ayrıntı’dan çıktı. Mutlaka tavsiye ederim. Okumadığınıza pişman olursunuz.

“Kinsey 1930’lar ve 1940’larda Amerikalıların nasıl cinsel tatmine kavuştuğunu araştırmaya giriştiğinde, zenginlerle yoksulların bu konudaki fikirlerinin birbirini hemen hiç tutmadığını keşfetti [...] Evlilik öncesinde cinsel ilişkiye giren yoksulların sayısı zenginleri yedi kez katlıyor, fahişelerle ilişkiye girme sıklığı ise yoksullarda zenginlerin üç katına çıkıyordu. Gençliklerinde yoksullardan iki kat fazla mastürbasyon yapan ve cinselliği genellikle belden yukarısıyla sınırlayan zenginler, yaşları ilerledikçe aşk sanatına vakıf oluyor, deneyciliğe, hatta öpüşmeye bile kuşkuyla bakan ve çıplaklığın ayıp olduğunu düşünen yoksulların aksine, göğüslerle ve ön sevişmeyle özel olarak ilgilenmeye başlıyorlardı. Bir başka deyişle insanların refah seviyesinin artması seksi daha renkli kılıyordu.”


“Çok uzun bir süre boyunca dünya, üç temel gıda maddesi –buğday, mısır ve pirinç- üzerine kurulu, her biri kabaca aynı büyüklükte üç büyük imparatorluğa bölünmüş durumdaydı. Fakat insanları bundan da fazla ayıran, yiyeceklerine kattıkları sos ya da baharattı: Akdeniz’de zeytinyağı, Çin’de soya, Meksika’da kırmızı biber, Kuzey Avrupa’da tereyağı ve Hindistan’da kokulu otların bin bir çeşidi. 1840’lar Rusya’sında, hükümetin halkı patates yetiştirmeye ikna etme çabaları ayaklanmalara yol açmıştı; çavdar ekmeğine alışık olan Rus halkı, kendilerini köleleştirmeye ve yeni bir dini kabule zorlanmaya yönelik bir tezgahtan şüphelenmişti; oysa daha elli yıl geçmeden patatese aşık oldular. Bütün mesele, öteden beri yiyeceklerine lezzet katmakta kullandıkları kislotu adlı ekşi maddeyi patatese de eklemiş olmalarıydı, neticede onlarda alışkanlık yapan da bundan başka bir şey değildi. Her millet kendi mutfağına kendi özgün kokusunu katar ve değişimi kabullenmesi ancak her yeni tadı kendi kokusuna bulayarak değişimi kendinden gizleyebilmesiyle mümkün olur. Amerikalıların her türlü yeniliği kabul edilebilir hale getirmekte kullandıkları tat şekerdi. Kokusu olmayan ve neredeyse her şeye yüzeysel bir çekicilik katmak gibi sihirli bir marifeti bulunan şeker, aslında dünyanın damak tadını birleştirmekte gelmiş geçmiş her şeyden daha etkili olmuştur.”