Arundhati Roy, 1961, Hindistan.
Anne Malay-Suriye karışımı bir Hristiyan, baba Bengalli bir Hindu. Roy henüz iki yaşındayken boşanırlar. Annesi ile yaşamaya başlar, mimarlık okur
ancak mesleğini sevmez. 1984’te film yapımcısı Pradip Krishen ile tanışır ve meşhur filmi Massey Sahib’te rolü kapar. Tahmin edebileceğiniz gibi daha sonra Krishen ile evlenirler. Sonra onlar da
boşanır. 1996’da Küçük Şeylerin Tanrısı’nı
yazar ve artık yazar olarak da bir şöhrettir.
Bu yarı otobiyografik roman,
yazıldıktan bir yıl sonra Man Booker
Ödülüne layık görülür. Yumuşacık, sıkmayan bir dille anlatılıyor hikaye. Fakat
hikaye oldukça acıklı. Hindistan’daki
sosyal durum, sınıflar arası imkansız aşk gibi bayat bir konu ancak bu kadar
ilgi çekici hale gelebilir. Türk filmi gibi; sonunu tahmin edebiliyorsunuz ama
yine de başından kalkamıyorsunuz. Can
Yayınları’ndan çıktı. Her yerde bulunur. Fragmanla bitirelim:
“Rachel’in yeni dişleri dişetlerinin içinde bekliyordu, tıpkı
sözcüklerin kalemin içinde beklemesi gibi.”
“Ete çarpan tahtanın boğuk sesini duydular. Kemiğe çarpan çizmenin.
Dişlere. Mideye tekme atıldığında çıkan boğuk hırıltıyı. Betona çarpıp ezilen
kafatasının hafif çıtırtısını. Kırık bir kaburganın sivri ucuyla ciğeri
yırtılan insanın soluğunda guruldayan kanı [...] İnsanın, ne boyun
eğdirebildiği ne de tapabildiği şeyi tahrip etmek için duyduğu içgüdü. Erkeğin
ihtiyaçları.”
“Kafasını koparmadılar. Ne de olsa bir salgın hastalıkla savaşmıyorlardı.
Yalnızca bir toplumu, devrime karşı aşılıyorlardı.”
“İrileşen gözbebeklerini gördü. Bütün bunları daha önce de görmüştü...
insan zihninin kaçış subapıydı.”
“Bir erkeği, öldürecek kadar sevmiş olduklarını bilmeleri, bundan emin
olmaları, üçünü birbirine bağlıyordu. Bu, gazetelerde yazmıyordu.”
“Polislerin yalnızca Tarih’in yardakçıları olduğunu anlamayacak kadar
küçüktüler.”